Dinleti

19 Kasım 2015 Perşembe

Mahkumun Son İsteği



15 kişiyi yakarak katletmekten elektrikli sandalye cezası verilen bir mahkûmun infaz günü gelmişti. İki görevli onu sandalyeye götürüyordu. Elleri kelepçeliydi. Kelepçeler sadece mahkûmun elini değil, hayatını da sımsıkıya bağlar. Bu mahkûmda aynen öyle bir durumdaydı. Sandalyeye getirip oturttular. Kelepçeleri çözdüler. Sandalyenin olduğu oda loştu. Görevliler net olarak seçilmese de, mahkûmun olduğu sandalye aydınlıktı. Görevliler birbirlerine bakarak vaktin geldiğini ifade eden bir edayla bakıştılar. Adetten bir soru soracaklardı.

Son isteğin nedir mahkûm?

Mahkûm, hafif gülümseyerek bir sigara istedi. Son isteği bir sigaraydı. Odadaki bir görevli dışarı sigara almaya gitti. Döndüğünde mahkûm da hala aynı yüz ifadesi vardı. Sigarayı uzattılar. Mahkûm sigarayı eline aldı ve parmakları etrafında bir tur attırdı. Sigarayı ağzına götürürken duraksadı “ Bu sigarayı bir hayat olarak düşünelim” dedi ve gülümsedi. Ağzına götürdü. Görevlilerden biri çakmakla sigarayı yakmak istedi ama mahkûm elini tuttu engelledi. “ Birinci kural, hayatını kesinlikle başkasına yaktırmayacaksın. Hayatta her işi kendin yapacaksın “ dedi mahkûm ve görevlinin elinden çakmağı aldı, kendi yaktı. Görevliler şaşırdılar ama karşı koymadılar. Sigarasını içmeye başlamıştı ve bir anda tekrar konuşmaya başladı. “ Daha demin sigarayı hayat olarak göstermiştik. Hayatımızı ne olursa olsun kendimiz yakalım, kendimiz tutuşturalım ve kendimiz söndürelim.” Dedi. Görevliler dikkatle dinlemeye devam ettiler. “ Şimdi de sigarayı, öldürdüğüm insanların hayatı olarak görelim. Hayatlarını yaktım, hepsini tutuşturdum aynı sigara gibi, ve hepsini söndürdüm aynı sigara gibi…” Görevliler hafif ürkmüştür. Mahkûm arada sırada öksürmektedir. Sigarayı içmekte güçlük çekiyordur. “ İkinci kural, kimsenin hayatına karışmayacaksın. Ben karıştım ve sonum burası gördüğünüz gibi” Zaman akıp geçmektedir. Mahkûmun sigarası da bitmeye başlamıştır. “ Üçüncü kural, sigara bir hayat ise dibini göreceksin. Aynen ben şimdi hayatımın dibini göreceğim gibi”.

Görevliler artık zamanın geldiğini söylerler. Ve mahkûmun ellerini elektrikli sandalyeye bağlarlar. Mahkûmun kafasına ve kollarına kablolar takılır. Ve başlayın işareti verilir. Mahkûm son kez ağzını açar

“ Dördüncü kural, bilmediğiniz şeyi yapmayacaksınız”

Görevliler, işareti verir ve infaz gerçekleşir. Mahkûm can verir. Kurallarıyla birlikte hayata gözlerini yumar.

—2 sene önce-

O gün yine işine geç saatte gelmişti. Evi işyerine uzaktı. Bu yüzden işe gitmeye çok zorlanıyordu. Tüp fabrikasında çalışıyordu. Tüpleri kalite kontrol yapıyordu. Az para alıyordu ama geçinimini sağlıyordu. İş yerine geldiğinde hemen işinin başına geçti. Onun dışında 14 kişi daha kalite kontrolde çalışıyordu. Yan yana iş yapmaktaydılar. 5 saniyede bir eline bir tüp geliyordu. Test edip damgalıyordu. Telefonu çaldı. Evinden arıyorlardı. Açtı konuştu. Acilen hemen tüpü bırakarak çıktı. Hemen oradan bir çırağı çağırdı. “ 5 dk benim yerime tüpleri kontrol et. Ve sakın sigara içme” Dedi ve çıktı. Çırak tüplerin başına geçti. Bu konuda bir bilgisi yoktu. Diğer kişilere bakıp o da aynı şeyi yapmaya çalışıyordu. Bilmediği bir işti. Gelen tüplerden biri hafif şişikti. Gaz sıkışması vardı. Çırak bu tüpe de geçerli damgası vurdu. Diğerlerinin yanına bıraktı. 5-6 tüpü de aynı bu şekilde diğer gazı sıkışmış tüpün yanına yolladı. O tüp arada sıkıştı. “Tıs” diye bir ses duyuldu. Ve korkunç bir patlama gerçekleşti. İçerdeki 14 görevli ve çırak yanarak feci şekilde can verdi. O sırada iş yerinden çıkan adam işe dönmüştü. Alevleri görünce şoka uğradı. Acil işi ise komşusunun kalp krizi geçirmesiydi. Karısı misafirlikteyken kriz başlamıştı. Ve karısı haber vermişti. O da koşup acilen bakmıştı. Geldiğinde arkadaşlarının yanarak can verdiğini gördü. Polisler sorgu üzerine adamı götürdüler.

Mahkemede adam 15 kişiyi öldürmekten suçlu bulundu. Savunmasını gerçekleştiremedi. Çünkü o uğradı şokla aklı zarar görmüştü. “15 kişiyi yakarak katletmekten elektrikli sandalye cezası verilmiştir” dedi hakim. Ve mahkeme dağıtıldı. Polisler, alev alev yanan işyerinden izmarit külleri bulmuştu. Sigaradan çıkabileceği şüphesi de uyandı. Fakat tüpün başka şekilde patlatıldığı ortaya çıktı. Tek bir şey kalmıştı, o da adam tarafından kundaklatıldığı oldu. Hastane raporlarında mahkumun şu ana dek sigara kullanmadığı bildirilmişti. Ama kanıtlar adamın kurtulmasını sağlayamadı. Eğer mahkûm çırağa sigara içme demese belki de raporlarda sigaradan patladığı anlaşılacak ve suç çırağın olacaktı. Mahkûm başkasının işine karışmıştı. Ve çırağa işi devretmemeliydi. Çünkü çırak işi bilmiyordu. Bilmediğin işi yapmayacaksın. Ve her zaman kendi işini kendin yapacaksın…

Sarhoş Adam

Akşamdan kalma adam, büyük bir baş ağrısı ile sabah uyanmış. Zorlukla gözlerini açıp, yerinden doğrularak, şöyle bir etrafına bakınmış. Komodinin üstünde bir bardak su ve iki aspirin duruyor. Yatağı ayakucundaki sandalyede elbiseleri temiz ve ütülenmiş. Aspirinleri içerken, komodindeki not dikkatini çekmiş; "Sevgilim, günaydın. Kahvaltın mutfakta. Ben alışverişe çıkıyorum, erken dönerim. Seni seviyorum". Kalkıp, giyinmiş ve kahvaltı için mutfağa gitmiş. Bakmış oğlu oturmuş, kahvaltı ediyor. Masada da kendi servisi ve gazeteleri duruyor. Oturmuş, kahvaltısına başlamış ve oğluna sormuş; 'Evlat, dün gece ne oldu, biliyor musun?'
Evet, dün gece saat 3'ü geçiyordu, sarhoş olarak eve geldiğinde. Önce koridordaki sandalyeyi devirdin, ardından kustun, daha sonra da odanın kapısına kafanı çarptın, bir gözün morardı. Adam, şaşırmış vaziyette:
'Anlayamadım. O zaman niye her şey temiz, kahvaltı hazır ve gazetem alınmış?'
Onu mu soruyorsun. Annem seni sürükleyerek yatak odasına götürüp, pantolonunu çıkarmaya çalıştığında, "Bayan, beni yalnız bırakın, ben evli bir adamım" dedin.

Papatyanın Aşkı



Koskoca bir bahçede harikulade çiçekler içinde bir papatya..
Ve papatya aşık olmuş, yanmış tutuşmuş ak sakallı bahçıvana..

Bir ümit bekliyormuş. Yüzlerce çiçeğin arasından..
Onunla, sadece onunla saatlerce ilgilensin…
Buz gibi suyunu sadece ona döksün istiyormuş..
Sadece ona değsin makası, Sadece ona gülsün dudakları..


Kıskanıyormuş bahçıvanı,
Kırmızı güllerden,
Sarı lalelerden,
Mor menekşelerden….
Zambaklardan…
Papatya, sadece bahçıvan için açıyormuş, Bembeyaz yapraklarını..

Bir gün, Aşkı öyle büyümüş ki…
Papatya yapraklarını taşıyamaz olmuş..
Eğilivermiş boynu.. Toprağa bakıyormuş artık...
Bahçıvanın sadece sesini duyuyormuş..
Ayaklarını görüyormuş.. Bunada şükür diyormuş..
Yetiyormuş ona, bahçıvanın varlığını hissetmek…

Zaman akıp gidiyormuş..
Papatya bahçıvanın yüzünü görmeyeli çok olmuş..
Ne var sanki boynumu kaldırsa Bir kerecik daha görsem yüzünü diyormuş..

Ve işte bir gün..

Bahçıvan papatyaya doğru yaklaşmış… İncecik bedenini ellerinin arasına almış…
Elindeki sopayı, köklerinin yanına, toprağa sokmuş bir iple papatyanın gövdesini bağlayıvermiş sopaya.. Papatya o an daha çok sevmiş bahçıvanı… Hala göremiyormuş onu, ama bedeni kurtulmuş…

Uzun bir müddet sonra,
Bahçıvan uğramaz olmuş bahçeye..
Gelen giden yokmuş..
Kahrından ölecekmiş papatya..

Ama işte bir sabah…

Hortumdan akan suyun sesiyle uyanmış..
Derin bir oh çekmiş..
Çılgıncasına sevdiği bahçıvan geri gelmiş..
Birden, kendisine doğru gelen iki ayak görmüş..
Bu onun delicesine sevdiği bahçıvan değilmiş..
Başka birisiymiş..
Adamın elinde bir de makas varmış..
Papatyanın kafasını kaldırmış yukarıya doğru..

Ne güzel açmışsın sen öyle demiş..
Bu gencecik, yakışıklı bir delikanlıymış...
Gözleri gök mavisi, saçları güneş sarısıymış..
Ama gövden seni taşımıyor demiş.
Elindeki makası papatyanın boynuna doğru uzatmış..
Ve bir hamlede bağını gövdesinden ayırmış..

Papatya yere düşerken hatırlamış sevdiğini..
O ak saçlı, ak sakallı, yaşlımı yaşlı bahçıvanı hatırlamış..
Birde o gencecik, yakışıklı delikanlıyı düşünmüş..
Ve o an anlamış, neden o yaşlı bahçıvanı sevdiğini..
O her şeye rağmen, papatyaya emek vermiş..
Ona hiç bir zaman güzel olduğunu söylememiş,
ama onu aslında hep sevmiş…

Papatya anlamış artık..

Sevgi, emek istermiş…

Yere düştüğünde son bir kez düşünmüş sevdiğini..
Teşekkür etmiş ona içinden..
Son yaprağı da kuruduğunda, biliyormuş artık..

Gerçek sevginin, söylemeden, yaşamadan ve asla kavuşmadan var olabileceğini…

Küçük Kızın Cevabı



Akşam üzeri küçük kızının odasından mırıltılar geldiğini duyan anne, kulağını iyice kapıya dayar.
Henüz sadece bazı harfleri bilen 5 yaşındaki kızının ağzından anlamsız ancak içten, tuhaf fakat ısrarla söylenen sesler duyar. İçeri girip baktığında, kızının bildiği harfleri ardı ardına ve düzensiz biçimde saygıyla tekrar ettiğini fark eder.
Aynı sırada ellerini açıp gözlerini kapatmış olan kızı, annesinin sessiz adımlarını fark etmez. Anlaşılan o ki kızı uykuya dalmadan önce dua ediyordur..
Çocuğunun saçlarını nazikçe okşayarak sorar annesi:

"Kızım sen bu duayı nereden öğrendin?"

Küçük kız, kendinden emin bir eda ile cevap verir:

“Bu duayı ben buldum!"

"Nasıl yani?" diye sorar annesi tekrar.. Kız:

"Bu gece tam olarak ne isteyeceğimi bilemiyorum.. Şimdi ben sadece harfleri söylüyorum,Allahü Teala onları benim için sıraya dizecek... Çünkü benim ne isteyeceğimi o zaten biliyor "

Sigara



Adamın; "Hava o kadar da soğuk değil, dışarıda oturalım mı?" sorusuna, kızın "Olur" cevabı vermesiyle birlikte vapurun en üst katına doğru yol alırlar.

Birkaç dakika havadan sudan muhabbetlerle geçtikten sonra, adam kıza bir sigara uzatır ve kendisine de bir tane alır. Daha sonra, genç adam birden lafa girer:

- Biliyorum, bu konuları daha önce hiç konuşmadık ya da konuşamadık diyeyim. Merak etme ama, "Neden ayrıldık biz" sorusunu sormayacağım. Sadece sana söylemek istediğim birkaç şey var, onları konuşmak istiyorum.

Genç kız; adama bakarak, - "Evet seni dinliyorum, devam et" dedikten sonra adam, konuşmasına kaldığı yerden devam eder:

- Biliyor musun? Ayrıldıktan sonra, seni sigaraya benzetmeye . başladım.

Kız, hiç tahmin etmediği, alakasız bir konuyla lafa girmesinin verdiği şaşkınlıkla,

"Ne? Nasıl yani?" der.

Adam, önce kıza uzattığı sigarayı ve sonra kendi sigarasını, çantasından çıkardığı çakmak ile yaktıktan sonra:

- Mesela bir tane sigara yakıyorum ve kül tablasına koyup izlemeye başlıyorum. Kül tablasına dökülen külleri gördükçe; anılarımız aklıma her biri kül olup acılarıma dönüşüyor sonra. Arada bir elime alıyorum sigarayı ve içime çekiyorum seni. Kendimi zehirlemek için; daha çok, daha çok çekiyorum. Bazen de anıları silkiyorum kül tablasına. "Sen zehiri" hoşuma gidiyor, içimi acıtıyor, vazgeçemiyorum; içime çekmeye devam ediyorum. Ağzımdan çıkan her dumanda, ayrılırken bana bıraktığın; son bakışının silueti beliriyor. Her sigaranın olduğu gibi, senin de sonun yaklaşıyor. Ve ben yavaş hareketlerle; ne zaman seni söndürmek için, elimi götürsem kül tablasına, aptalca bir umutla "Ne olur yapma!! " diyeceğin zamanı bekliyorum. Ama hiçbir zaman duyamıyorum sesini. "Ve işte bitirdim seni" diyorum. Hayır hayır kendimi kandırıyorum galiba, "Seni böyle bitiremem" diyorum sonra. Ama bakıyorum kül tablasına; evet! Sen oradasın, evet! Anılar orada. Ancak, elimde hala kokun var. Yıkasam da, hiç çıkmayacak bir koku. Anlıyorum ki; bu sigarada, senin çok az bir kısmını bitirmişim. Senden bağımsız bir sen, hep içimde yaşıyormuş. Ve anlıyorum ki, sadece sönüyorsun. Seni atesleyecek bir "Ben" bekliyorsun sabırla. O "Ben", çok da bekletmiyor seni. Bir daha yanmaya başlıyorsun. Anılar acılar derken yine bitiyorsun. Yeniden yanıyor ve bitiyorsun. Bu hep böyle devam ediyor; sonunda alışkanlık oluyorsun.

Genç kız anlatılanları dinlerken; tarif edilmeyecek bir duygu yoğunluğu içindeydi. Bir yandan, birisinin bu kadar acı çekmesine üzüntü duyarken; diğer yandan da, kendisinin hala unutulmamış olmasından, haz alıyordu. Aslında kendisi de unutamamıştı genç adamı. Kendi isteğiyle ayrılmıştı ama; sevmediği ya da artık bir şeyler hissetmediği için değil, en yakın kız arkadaşının da, o insana karşı bir takım duygular beslediği için gerçekleşmişti bu ayrılık. Bunu; ne erkek arkadaşı, ne de en yakın arkadaşı biliyordu. Erkek arkadaşına, "Bu ilişkide bir şeyler eksik, ben daha fazla sürdüremeyeceğim, ayrılmalıyız." diye bir mesaj atarken; kız arkadaşına, "Ilgisiz bir sevgili olmaya başlamıştı günler geçtikçe; çok bunalmıştım. Ve bir gün onu, başka biriyle sarmaş dolaş gördüm. Bu yüzden ayrıldım." demişti. Böylece, hem erkek arkadaşından, kendine göre, makul bir sebeple ayrılmış; hem de arkadaşına, erkek arkadaşını kötüleyerek, ondan soğumasını sağlamıştı. Kendisinin çok acı çekeceğini bile bile, arkadaşını kaybetmemek için, böyle bir yalanlar zincirine başvurmuştu. Artık hayatını,bu yalanlara göre düzenlemeliydi. Bu yüzden; bu karşılaşmalarında duygularını bir tarafa bırakıp, mantığı ile karar vermek zorundaydı. Geri dönüşü yoktu ve kız da bunun farkındaydı. Bütün ayrıntıları, olası bir karşılaşma için düşünmüştü daha önceden. Adamın anlattıklarını dikkatlice dinliyor ve sözünü bitirmesini bekliyordu. Ve adamla göz göze gelip, "Bitti, bu kadardı!" dermişçesine bakmasından sonra, kız konuşmaya başladı:

- Açıkçası bu söylediklerin, hiç beklemediğim şeylerdi. Benim, bu açıklamalarına bir yorum yapmamı bekleme. Çünkü bunlar; senin kendi düşüncelerin. Her biten ilişkiden sonra, yaşanabilecek duygulardan bu anlattıkların. Şunu söyleyebilirim ama; yaşadığımız ilişkide, elimden gelen fedakarlığı gösterdiğime inanıyorum. Seni hiçbir zaman suçlu görmedim, herşey benden kaynaklıyordu. Sonuç olarak, bir şekilde bu ilişki yürümedi ve bitti. Bu kadar basit.

- Bu kadar mı yani?

- Evet...

Genç adam şok olmuştu. Belki, daha ılımlı bir yaklaşım bekliyordu kızdan. Ancak, kesin ve kararlı konuşmuştu kız. Hiçbir umudun kalmadığına, kendini inandırmaya çalışıyordu. Vapur yanaşmışti iskeleye. Tek bir kelime bile konuşmadan vapurdan indiler. Iskelenin sonunda; genç kız, adama sarılarak "Hoşçakal" dedi. Ancak adam, ayrılırken ne sarılmıştı kıza, ne de bir kelime çıkmıştı ağzından. Bir heykel gibi duruyordu kızın karşısında. Kız da, bir tepki . gelmeyince; hızla oradan uzaklaşmayı tercih etti. Arkalarına bile bakmadan ayrıldılar. Kız, işyerine ulaştı. Yerine oturduktan hemen sonra, cep telefonuna bir mesaj geldi. Mesaj, eski sevgilisindendi ve şöyle yazıyordu:

- "Hep bu karşılaşmayı ve sana sigara hikayesini anlatacağım günü beklemiştim. Ve o gün, gözlerimin içine bakıp; söyleyeceklerine göre, hayatıma bir yön çizeceğime..."

Genç kız, bu mesajdan hiçbir anlam çıkaramamıştı. Bu mesajı düşünürken; bir mesaj daha geldi:

- "... kendi kendime söz vermiştim. Bugün duyduklarım; beni hayal kırıklığına uğrattı ve ben kararımı verdim:"

"SİGARAYI BIRAKTIM..."

Tsutomu Yamaguchi



Sadece iki şehire atom bombası atıldı, bu adam ikisinde de o şehirlerdeydi. 1916 yılında doğan Tsutomu Yamaguchi 6 Ağutos 1945’te Hiroshima’ya bir iş gezisine gitmişti. Şehre ayak basmasından kısa süre sonra atom bombası 4-5km uzaklığına düştü. Geçici körlük ve sağırlık yaşayan Yamaguchi bu acı deneyimden canlı çıktı.

Bir yardım çadırında geceyi geçiren Yamaguchi ertesi gün evine döndü… Nagasaki’ye. Birkaç gün sonra Yamaguchi iş yerinde, arkadaşlarına yaşadığı olayı anlatırken, Nagasaki’ye atom bombası atıldı. Yamaguchi bugün halen yaşıyor ve 93 yaşında.

Frane Selak
Hırvat müzik öğretmeni Selak’ın hikayesi de Alder’inkine benziyor. İlk olarak 1962 yılının soğuk bir ocak gecesinde trenle yolculuk yapan Selak’ı taşıyan tren, raydan çıktı ve yolun kenarındaki buzlu nehre düştü. Trendeki 17 kişi öldü. Selak kıyıya yüzmeyi başardı ama omzu çıkmış ve şoktaydı. Yine de yaşadığı için mutluydu. Bir sene sonra Selak, Zagreb’ten Rijeka’ya uçakla gidiyordu. Yolculuk sırasında birden uçağın kapısı açıldı ve Selak, uçaktan dışarı emildi. Bir süre sonra uçak yere çakıldı ve 19 kişi hayatını kaybetti. Selak, gözlerini hastanede açtı. Saman yığınının içine düşmüştü ve sadece birkaç küçük sıyrığı vardı.

1966 yılında Selak otobüs yolculuğu yapıyordu. Otobüs birden yoldan çıktı ve nehre yuvarlandı. Kazada dört kişi hayatını kaybetti ama.. Selak yaşıyordu.
1970 yılında Selak’ın sürdüğü otomobil hareket anında alev aldı. Selak otomobilden çıkmayı başardı. Kısa süre sonra da otomobilin yakıt deposu patladı. Selak’da birşey yoktu.
1973 yılında Selak’ın sürdüğü otomobilin yakıt pompası arızalandı ve motorun her tarafı yakıt doldu. Yakıt alev aldı ve havalandırma deliklerinden otomobilin içine doldu. Selak’ın sadece saçı yanmıştı.
1995’te karşıdan karşıya geçerken otobüs çarptı. Selak’in sadece birkaç çiziği vardı.
1996 yılında dağ yolunda otomobil kullanırken bir virajı döndü ve kamyonla karşılaştı. Direksiyonu kırdı ve kendini dışarı attı. Otomobilinin 400 metre aşağıda patlamasını izledi. Bu sırada Selak uluslararası bir üne kavuşmuştu.

2003 yılında ilk piyango biletini aldı ve çekiliş sonunda 1 milyon dolar kazandı. Kazandığı parayla kendine bir ev, otomobil ve bot alacağını söyledi. 2004 yılında Salek, Doritos’un yeni reklam yüzü olmayı kabul etti. Çekimler için Sidney’e gitmesi gerekiyordu ama o şansını test etmemek için uçağa binmeyi kabul etmedi ve Doritos’la olan anlaşmasından vazgeçti.

Alec Adler
İngiltere’de yaşayan Alec Alder her çeşit kazaya karıştı. 1926 yılında karnının üzerine ağaç düştü ama önemli birşey olmadı. 1929 yılında bisiklet sürerken otomobil çarpan Alder’in hayatı, aracın şoförünün şans eseri doktor çıkması ve kendisini olay yerinde tedavi etmesi sonucu kurtuldu.

1939 yılı Ekim ayında 21 yaşındayken Glosters Kara Birlikleri Alayında askere alındı, bu sırada patlak veren İkinci Dünya Savaşı nedeniyle bölüğü, Dunkirk’de savaşa çağrıldı, ancak nişanlısı Ada ile evlilik tarihlerini iki ay öne alan Adler’e 5 günlük izin verildi. Adler, balayından sonra kışlaya döndüğünde bölüğü görev yerine gittiğinden Cheltenham’a gönderildi, bundan 6 hafta sonra Dunkirk’e giden bölüğün tamamı öldü.

Emekli kömür tüccarı olan Adler, 1942 yılında Yorkshire’da askeri eğitim sırasında bir tankın altında kaldı, yine şans eseri yerin çamurlu olması nedeniyle tankın üzerinden geçtiği ayağı ve bacağı sadece çamura gömüldü. Olaydan bir yıl sonra çavuş olarak görevlendirildiği Davon’da bir akrabalarının evinde çatı katındaki yatak odasında kalan Adler’i bu kez de uykudayken bir savaş uçağı yakaladı. Uçak, evin bir bölümünü yıktıktan sonra düştüğü bahçede alev aldı.

Ölümle yüzleştiği diğer anlar:
1940- İngiltere’de savaş sırasında havaalanı muhafızlığını yaparken bombardımandan sağ kurtuldu.
1940- Gravesend’de bombardımandan kurtuldu.
1943- Bulunduğu geminin motoru bozulan Adler, Alman denizaltılarının saldırısından kurtuldu.
1944- Burma’da silah arkadaşının ölüm tehdidiyle karşı karşıya kaldı.
1944- Burma’da bir futbol maçı sırasında bacağı kırılan ve hastaneye kaldırılan Adler, burada da düşmanın elinden kurtuldu.
1945- Savaştan sonra Cebelitarık’tan eve dönüş yolunda şiddetli bir fırtınaya yakalanan gemisi az daha batıyordu.
1947- Blackpool’a seyahat ederken kullandığı araca az kalsın kamyon çarpıyordu.
1977- Yine bir araba kazasından sağ kurtuldu.
1997- Aracıyla Galler’den Stroud’a giderken bir kamyonun kapılarının tam önünde açılması sonucu büyük bir kaza atlattı.

Roy Sullivan
Şanssız çünkü: Yıldırım çarptı… Yedi kere. İstastiklere göre herhangi birisini yıldırım çarpma olasılığı binde üç. Birisini yedi kere yıldırım çarpma olasılığı ise 22,000,000,000,000,000,000,000,000′da 1. Amerika Virjinya Shenandoah Ulusal Parkı’nda koruculuk yapan Roy Sullivan’ı yedi farklı kere yıldırım çarptı.

Bazı bilim adamlarına göre Sullivan’ın işi gereği açık arazide dolaşması şanssızlığını tetikleyen bir unsur. Sullivan, 1942 yılında ilk defa bir gözetleme kulesindeyken yıldırım çarptı. Sullivan, bu olaydan sonra dağdan aşağı otomobille inerken, balık tutarken ve korucu kulübesinin içinde de yıldırım çarptı. Üç sene sonra da ayak bileğinden yıldırım çarptı.

Sullivan’ın eşi bile evin dışında yeni yıkadığı çamaşırları asarken aksiyona dahil oldu. Sullivan, karısına yardım ederken her ikisine birden yıldırım çarptı. Altıncı çarpılmasından sonra Sullivan, kaçtığı bulutların onu takip ettiğini söyledi ve ne yazıktır ki Sullivan 71 yaşına geldiğinde intihar etti.

Jason ve Jenny Cairns-Lawrence
Bir çok kez terörist saldırısına uğradılar. Her yıl milyonlarca kişinin yaptığı gibi İngiliz çift Jason ve Jenny Cairns-Lawrence 2001 yılında tatile çıktı. Tatil yeri ise New York’tu, tarih ise 11 Eylül. Bulundukları yer de Dünya Ticaret Merkezi’ydi. Güzel geçen tatilleri o an hayatlarında bir kez yaşayabilecekleri bir kabusa dönmüştü. Aslında bu sadece bir başlangıçtı. Çift dört sene sonra 7 Temmuz 2005’te Londra’da bulunma hatasını gösterdi. O gün şehrin ulaşım sisteminde birden fazla bomba patlamıştı ve 52 kişi hayatını kaybetmişti. Lawrence çifti de o gün bombalanan alanlardan birisindeydi.

Üç sene sonra bir başka tatile çıktılar. Bu sefer egoztik Hindistan şehri Mumbai’ye gittiler. Çift bu sefer de ülke tarihinin en kötü terör saldırısına tanıklık etti. Lawrence çifti bu sefer tatili yarıda kesmedi ve olaydan sonra dinlenmeye devam ettiler.

Ann Hodges
Şanssız çünkü: Göktaşı çarptı. Ann Hodged 30 Kasım 1954’te koltuğunda uyukluyordu. Tam bu sırada da bir gök taşı atmosferde dünyaya doğru yol alıyordu. Dünyaya düşüşü sırasında taş üç parçaya ayrıldı ve bu parçalardan birisi Hodges’ün çatısını delerek kalçasını çarptı.
Hodges, tarihte ilk defa meteorit çarpan ilk kişi.

Pişmanlık



Adam, telaşlı, öfkeli bir halde hanımına bağırıp, çağırıyordu. Babalarının sesini duyan iki çocuk ise yataklarından kalkıp salona gelmişti. Babalarının öfkesini görünce, korkmuş, sinmiş halde birer koltukta sessizce oturup kalmıştı.

Adam, çocuklara, hanımın üzüntüsüne aldırmadan söylenip duruyordu;
-Söyledim değil mi, söyledim. Bu gün toplantı olduğunu, açık mavi gömleği ütülemeni söyledim. “Kahverengi gömlekle gidiversen nolur!”muş. Bu gün sunum yapacağım, karamsar bir görüntü mü vereyim, dinleyenlerin içi kararsın, bu da projeye verecekleri oyu etkilesin! Bunu mu istiyorsun?

-Tamam bey, bitti işte.

Adam açık mavi göleği hışımla aldı;
-Bitti, tabi bitti ama ben geç kaldıktan sonra bitmiş neye yarar.

Hanımı çocukların korkmuş yüzlerine baktıktan sonra, yine eşini sakinleştirmeye çabaladı;
-Dün bundan da geç çıkmıştın, vakit var, yetişirsin.
-Anlamıyor ki, anlamıyor ki. Bu gün sunumu ben yapacağım. Herkesten önce gitmeliyim ki, gelecek önemli konuklara ‘Hoş geldi’ demeliyim.

Adam bir sürü söz daha söylenerek, bağırarak çıktı, arabasını çalıştırıp uzaklaştı. Hanımı, direksiyon başında da öfke saçan eşinin halinden endişelendi, “Bir kaza yapmasa bari…”

Eşi uzaklaşınca, çocuklarının yanına gidip sarıldı, rahatlatmaya çalıştı.
-Madem erkenden kalktınız, hemen size sultanlara layık bir kahvaltı hazırlayıp getireceğim.

Mutfağa geçti, zihnindeki huzursuzluğu dağıtmak için hemen neşeli müzikler çalan bir radyoyu açtı. Ocağa haşlamak için yumurta koydu, cezvede süt ısıtmaya başladı. Masaya zeytin, peynir, reçel koymayı da ihmal etmedi.

Biraz sonra çocuklarına seslendi
-Kahvaltınız hazııır!

Çocuklar kahvaltıya otururken, radyoda müziğin birden kesilmesi dikkatini çekti. Son dakika haberi anonsuyla, radyonun sesini biraz daha açtı. Radyo’da zincirleme bir kaza haberi vardı. Ayrıntılarla biraz sonra birlikte olacağız demişti spiker ama kazanın yerini söylediği andan itibaren o sandalyesine yığılıp kalmıştı. Spikerin bahsettiği kaza yeri, kocasının her gün işe giderken geçtiği dörtlü kavşaktı.

Eşinin bu kavşaktaki trafikten şikayetçi olduğunu, her sabah yoğun bir trafik olduğunu söyleyişi aklına geldi. “Geç kaldım diye acele edip acaba o da…” Aklına gelen düşünce içini daha da yaktı, hemen ayağa kalktı.

-Çocuklar, unutmayın ocağa yaklaşmak yasak. Kahvaltınızı yapıp salona geçin, oynayın. Benim acil bir yere uğramam gerek, kapıyı da kimseye açmayın tamam mı?

Çocukları uslu, söz dinler olduğu halde, çok kısa süreli de olsa evde yalnız bırakmak zorunda kalsa tekrar tekrar tembihte bulunurdu.

Sokağa çıkmak için üzerine bir şeyler aldı, cebine de bir taksi parası aldı. Kapıya yöneldiğinde kocasının bu kazada ölmüş olabileceği endişesiyle kabaran yüreğine daha fazla dayanamayıp, ağlamaya başlamıştı. Göz yaşlarını çocukları görmesin diye, açık olan mutfak kapısına sırtını dönmeye özen gösteriyordu. İçindeki acının kocasının ölmüş olma ihtimali kadar, giderken kendisini kırması ve çocuklarının önünde bağırıp çağırmasından da kaynaklandığını anladı. Oysa her zaman böyle öfkeli değildi.

-Eğer ölürse, çocuklarım babalarını, son gördükleri haliyle mi hatırlayacak? Kalp kıran, öfkeli bir baba olarak mı kalacak akıllarında?

Kapıdan çıkarken, çocuklarına bir kez daha seslenecekti ama artık akan gözyaşları saklanamayacak haldeydi. Hemen kapıyı açıp dışarı çıkmak için hamle yaptı ama karşısında kapıya doğru adım atmakta olan kocası vardı.

Adam, bir an karısının ıslak yanaklarına baktı; “Haberleri mi dinledin?” diye sordu. Hanımı, konuşamadan sadece başıyla onayladı. Adam, önce sarıldı, sonra eşinin yanaklarını sildi.Hanımı zorlukla sordu;

-Hani önemli bir toplantına geç kalmıştın, niye döndün?

-Kaza benim hemen yakınımda oldu. O anda toplantıdan daha önemli bir şeyi unuttuğumu hatırladım. Eğer o kazada ölseydim…

O anda çocuklar da yanlarına gelmiş, babalarının yine öfkeli olabileceğini düşünerek, annelerinin yanında durmuştu. Adam, bütün içten, samimi gülümsemesiyle çocuklarını yanına çağırdı, boyunlarına sarıldı, yanaklarından öptü.

-Ben bu gün büyük bir hata yaptım ve evden çıkarken, sizleri ne kadar sevdiğimi söylemeyi unuttum. Böyle önemli bir şey unutulur mu hiç. Ne yapalım, ben de geri döndüm.

Tebessüm



Küçük kız, hüzünlü bir yabancıya gülümsedi. Bu gülümseme adamın kendisini daha iyi hissetmesine sebep oldu. Bu hava içinde yakın zamanda kendisine yardım eden bir dosta teşekkür etmediğini hatırlayarak ona bir not yazdı ve yolladı.

- Arkadaşı bu teşekkürden o kadar keyiflendi ki, her öğle yemek yediği lokantada garson kıza yüklü bir bahşiş bıraktı.

- Garson kız ilk kez aldığı bu bahşişin bir kısmını akşam eve giderken her zaman köşe başında oturan fakir adamın şapkasına bıraktı.

- Adam öyle ama öyle minnettar oldu ki... İki gündür boğazından aşağı lokma geçmemişti. Karnını ilk defa doyurduktan sonra bir apartman bodrumundaki odasının yolunu ıslık çalarak tuttu. Öyle neşeliydi ki bir saçak altında titreşen köpek yavrusunu görünce kucağına aldı.

- Küçük köpek gecenin soğuğundan kurtulduğu için mutluydu. Sıcak odada sabaha kadar koşturdu.

- Gece yarısından sonra apartmanı dumanlar sardı, bir yangın başlıyordu. Dumanı koklayan köpek öyle bir havlamaya başladı ki, önce fakir adam uyandı, sonra bütün apartman halkı...

- Anneler, babalar dumandan boğulmak üzere olan yavrularını kucaklayıp ölümden kurtardılar...

Bütün bunların hepsi, beş kuruşluk bile maliyeti olmayan bir tebessümün sonucuydu...

Ne Yapıyorsun?



Bir zamanlar yazılarını yazmak üzere okyanus sahiline giden aydın bir adam varmış. Çalışmaya başlamadan önce sahilde bir yürüyüş yaparmış. Bir gün sahilde yürürken plaja doğru baktığında dans eder gibi hareketler yapan bir insan görüntüsü görmüş. Başlayan güne dans eden biri olabileceğini düşünerek gülümsemiş ve ona yetişebilmek için adımlarını hızlandırmış. Yaklaştıkça bunun bir genç adam olduğunu ve dans etmediğini görmüş. Bir kaç adım koşuyor, yerden bir şey alıyor ve yumuşak bir hareketle okyanusa fırlatıyormuş.

Biraz daha yaklaşınca seslenmiş:

"Günaydın. Ne yapıyorsun böyle ?"

Genç adam durmuş, başını kaldırmış ve cevap vermiş :

"Okyanusa deniz yıldyzı atıyorum."

"Sanırım şöyle sormalıydım demiş Bilge adam... Neden okyanusa deniz yıldızı atıyorsun ?"

"Güneş çoktan yükseldi ve sular çekiliyor. Eğer onları suya atmazsam ölecekler."

"Ama delikanlı görmüyor musun ki kilometrelerce sahil var ve baştan aşağı deniz yıldızıyla dolu. Hiçbir şey fark etmez !"

Genç adam kibarca dinlemiş, eğilerek yerden bir deniz yıldızı daha almış ve dalgalanan denize doğru fırlatmış.

"Bunun için farketti."

Tuz Ve Su



Hintli bir yaşlı usta, çırağının herşeyden sürekli şikayet etmesinden bıkmıştı. Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi. Yaşamındaki herşeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi.
Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı.

"Tadı nasıl?" diye soran yaşlı adama öfkeyle "Acı" diye yanıt verdi.

Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı. Sessizce az ilerideki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi.

Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu:

"Tadı nasıl?"

"Ferahlatıcı" diye yanıt verdi genç çırak.

"Tuzun tadını aldın mı?" diye soran yaşlı adamı, "Hayır" diye yanıtladı çırağı.

Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi:

"Yaşamdaki acılar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Acının miktarı hep aynıdır. Ancak bu acının acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Acın olduğunda yapman gereken tek şey, acı veren şeyle ilgili duygularını genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış

Safari


Adamın biri Afrika´da safariye çıkarken, yanına minik köpeğini de almış.

Minik köpek bir gün ormanda dolaşıp, kelebekleri kovalar, çiçekleri koklarken kaybolduğunu fark etmiş. Ne yapacağını düşünürken bir de bakmış ki karşıdan bir leopar geliyor ve belli ki günlük yiyeceğini arıyor.

- Şimdi başım dertte, diye düşünmüş köpekcik . . .

Etrafına bakmış yerde kemik parçalarını görmüş. Hemen arkasını leoparın geldiği yere dönerek kemikleri kemirmeye başlamış, bu arada da arkadaki hareketi kestirmeye çalışıyormuş.

Leopar tam saldıracakken minik köpek kendi kendine konuşmuş:

- Ne kadar lezzetli bir leoparmış. Acaba etrafta bundan bir tane daha var mı?

Bunu duyan leopar bir anda donmuş kalmış ve en yakındaki ağaca tırmanarak dalların arasına saklanmış:

- Tam zamanında kurtardım yoksa bu köpeğe yem olacaktım, diye düşünmüş leopar...

Bütün bunlar olup biterken bir başka ağacın üstündeki bir maymun olanları izliyormuş, bildiklerini kullanarak bundan sonra kendisini leopardan kurtaracağını düşünmüş. Leoparın yanına giderek neler olduğunu anlatmış. Leopar köpeğin yaptıklarına çok sinirlenmiş ve maymuna, "atla sırtıma, gidip şunu yakalayalım" demiş.

Az önceki yerde bekleyen minik köpek, bakmış kızgın leopar sırtında maymunla birlikte süratle kendisine yaklaştığını fark etmiş.Ne yapacağını düşünürken, kaçmaya da kalkmamış.

Bunun yerine arkasını leoparın geldiği yöne dönerek kemikleri kemirmeye devam etmiş.

Tam leopar saldıracakken, yine kendi kendine konuşarak leopara duyurmuş:

"Şu aptal maymun da nerede kaldı? Yarım saat önce bir leopar daha getirsin diye gönderdim, hala haber yok ! "

DİPLOMASİ DENEN ŞEY BU...
Yapabiliyorsan; hızlı düşün, sakin ol, güçlü görün, düşmanını kendi silahı ile yen...

Yalan Değilse Borcunu Öde



Padişah bir gün, "Bana yalan söyleyebilene bir küp dolusu altın vereceğim!" demiş.
Yalancılar hemen saraya koşuşturup başlamışlar yalana;
- "Bir kuş, aslanı kapıp yuvasına götürdü".
-"Bunun neresi yalan? Kuş kartaldır, arslan da kuzu kadar minik bir yavru. Kaptı mı götürür tabii!..''
- "Komşu ülkede bir eşeği kral yaptılar!.."
- "Ülkenin kralı, pencereden bakınırken tacını düşürmüş. Taç da pencerenin altındaki eşeğin başına geçmiş. Taç kimin kafasındaysa, kral odur tabii!.."
- "Padişahım, ben gökyüzüne bir ok attım. Altı ay sonra geri döndü!"
"Senin ok bir ağacın üstüne düşmüştür. Ağaç, sonbaharda yapraklarını dökünce, takılacak yer bulamayıp yere inmiştir".
Böylece padişah, her yalana gerçek bir bahane bulmuş ve kimse padişaha bu yalandır dedirtememiş. Ama bir gün Keloğlan gelmiş;
- "Padişahım, sen benim babamdan borç olarak bir küp dolusu altın almıştın. Şimdi geri almaya geldim.
" Yalandır dersen ödülümü ver. Yalan değil dersen borcunu öde!.."

Mutlu Çocuk



Yolda giderken, yürümeye çalışan bir çocuk fark ettim. Elindeki değnekleri zorlukla kaldırıyor ve alt tarafı pek tutmayan vücudu ile bir sağa bir sola sallanıyordu. Yüzüne bakılırsa, on üç – on dört yaşlarından fazla değildi.
Sanki büyülenmiş gibi onu izlerken, anîden yere düştü.

Hemen yanına koşarak kaldırmaya çalıştım.

Sessizce ağlıyordu.

- İnşallah bir yerin acımamıştır, dedim. Olur böyle şeyler sakın üzülme.

- Üzülmüyorum, dedi. Zaten ben pek üzülmem.

- İyi ama ağlıyorsun, diye atıldım.

- Kolum acıdı, dedi. Onun için her halde.

Bakmak için gömleğini sıyırdım. Sağ eli tam bileğinden kesikti. Bu yüzden bir değneği, diğerinden farklı şekilde yapılmıştı.

Ayağa kalktığında:

- Günde birkaç kez düşmeye alıştım, dedi. Geçen sene düştüğümde, elim araba altında kalmıştı.

Söyleyecek söz bulmakta zorlanıyordum. Teselli etmek için:

- Üzülme! dedim. Daha kötü şeyler olabilirdi.

Belki ilk defa yüzüme bakarak:

- Üzülmüyorum, diye gülümsedi. Zaten ben pek üzülmem.

- Biraz önce aynı şeyi tekrar etmiştin, dedim. Neden böyle söyledin?

Titreyen vücudunu, elinden geldiği kadar dikleştirirken:

— Çünkü ben, Allah’a inanıyorum, dedi. O’na inanan kişiler, hiç ölümsüz bir vücuda sahip olmayacak mı? Üstelik de sapasağlam bir vücuda.

Bu sefer sustum, her nedense bir şey söyleyemedim.

Teşekkür edip yanımdan ayrıldı.

O küçük kahramanın arkasından bakarken, “Acaba hangimiz daha mutlu?” diye düşünüyordum.

[ Cüneyd Suavi ]

Bakış Açısı..



Amerika'da bir adam lotodan bir milyon dolar kazanıyor,

arabasına giderken bir bayan kızının çok ağır, ölümcül bir hastalığa yakalandığını ve beş yüz bin dolar bulamazsa yarın kızının öleceğini söylüyor.

Adam hiç düşünmeden parasının beş yüz bin dolarını veriyor.

Bu olaya şahit olan biri, adama o parayı verdiği bayanın bir dolandırıcı olduğunu ve onu kandırdığını söylüyor. (adam gerçekten de kandırılmış)

Bu konuşmanın sonunda adam sadece gülüyor, Bu duruma oldukça şaşıran adam.

-Nasıl olur, kadın seni kandırdı hiç mi üzülmedin?

Aldığı cevap ilginçtir:

-Benim sevincim yarın ölecek bir kızın olmadığı içindir!

Hayata Güzel Bakmak



Hastahanenin bir koğuşunda üç kötürüm bulunuyordu.Bunlardan
koğuşa ilk gelen pencerenin önüne,ikincisi ortaya,üçüncüsü ise kapı
kenarına yatırılmıştı.
Ortadaki hasta iyimser bir adam olduğu için,neşeli konuşmalarıy-
la ötekileri eğlendiriyor ve kederlerini azaltmaya çalışıyordu.
Soğuk bir kış gecesi,pencerenin yanındaki hasta öldü.Onu kaldırdık-
tan sonra ortadaki hastayı pencerenin önüne,kapının yanındakinide
ortaya yatırarak,boşalan yere yeni bir hasta getirdiler.
Pencerenin önüne alınan iyimser hasta,dışarıda gördüklerini anlatmaya
başladı.
Yol kenarındaki parkı,dev çınar ağaçlarını,cıvıldaşan kuşları
işlerine koşan insanları,neşeli çocukları ve karşı dağlardaki çiçek
dolu tarlaları uzun uzun anlatarak,çaresiz durumdaki arkadaşlarını
rahatlatıyordu.Adam kısa bir süre sonra,gelip geçenlere isimler tak-
maya başladı.Öteki hastalar,artık sabah işe gidenlerin,seyyar satıcı-
ların ve akşam vakti yorgun argın eve dönenlerin öykülerini dinleye
dinleye,onları gözleri önünde canlandırıyordu.
Kısa bir süre sonra hastahanenin ruha ağırlık veren havası dağıl-
mış ve türlü geçmek bilmeyen can sıkıcı saatleri tatlı öyküler doldur-
muştu.Bir gün ortadaki hastanın aklına bir fikir geldi.Eğer pencere-
nin önündeki hastaya birşey olursa oraya kendisi geçecek ve onun öy-
külerini dinlemektense,dışarıdaki renkli ve canlı yaşamı kendi göz-
leriyle görecekti.Bu düşünce günlerce kafasına yer etti.Yattığı yer-
den hep bunu düşünüyor ve çareler araştırıyordu.Sonunda onuda buldu
Pencerenin önündeki hastaya bazen kalp krizleri geliyordu.Adam bu
durumda komodinin üzerindeki ilacına güçlükle uzanıyor ve odada hasta
bakıcı olmadığından ilacı kendisi alıyordu.
Bir gece,pencere önündeki hastaya yine bir kriz geldiğinde,ortadaki
hasta büyük bir gayretle doğrularak onun ilacını devirevirdi.Şişe
yere düşmüş ve paramparça olmuştu.Ertesi sabah,pencerenin önündeki
hastayı ölü buldular.Ve onu kaldırdıktan sonra,ortada yatan hastayı
cam kenarına geçirdiler.Adam göreceği manzaranın heyecanıyla dışarıya
baktığında beyninden vurulmuşa döndü.!
Pencerenin bir kaç metre ötesinde,simsiyah bir duvardan başka
hiç birşey yoktu...

AYAKKABI BOYACISI



Tuğrul, annesinin sofraya getirdiği bulgur pilavını görünce, yüzünü buruşturdu.
-Üç gündür aynı şey anne, diye şikâyet etti. Pilav, pilav, pilav…
Anne tabağı sofraya koyduktan sonra:
-Oğlum ne yapalım? Elimizde var mı ki sana çeşitli yemekler pişireyim… Paramız var mı ki istediklerini alayım…
Tuğrul gözlerini kıstı:
-Komşumuzun oğlu Ahmet’i biliyorsun anne… Evlerinde çeşit çeşit yemek çıkıyor. Mert de öyle, Selim de öyle… Üstelik hiç birinin cebinden harçlığı eksik olmuyor. Bıktım bu parasızlıktan. Benim onlardan farkım ne?
Annesi ağlamamak için başını arkaya çevirdi. Üzüntü dolu bir sesle:
-Oğlum, bu elimizde olan bir şey mi? Baban sonunda iyi kötü bir iş buldu. Kazancıyla kıt kanaat geçinip gidiyoruz. Hem sen başkalarına ne bakıyorsun? Onlar kadar zengin değiliz ki biz.
-Neden olmuyoruz, neden olamıyoruz ya?
Hışımla sofradan kalktı.
-Ben bu yemeği yemiyorum! Hep aynı yemek! Bıktım! Pantolon desen yamalı yırtık! Gömlek desen eski püskü! Yeter ya!
-Oğlum Tuğrul! Nereye böyle?
Tuğrul, eskimiş, yer yer boyası dökülmüş mon-tunu sırtına geçirirken annesine boş gözlerle baktı, cevap vermedi. Kapıyı çektiği gibi çıktı.
Zavallı anne bitkin ve kederli bir halde içini çekti önce… Sonra yanaklarına doğru birkaç damla yaş süzüldü. Peşinden bir hıçkırık… Sarsıla sarsıla ağlamaya başladı.
-Ya Rabbim, ne olacak bu hâlimiz bizim? Bize yardım et.
Hem ağlıyor, hem dua ediyordu. Zavallı kadın üzüntüsünden tek bir lokma bile yiyemedi.
Tuğrul, elleri montunun cebinde ayaklarını sürüyerek çıktı evden. Zorla yürüyordu sanki. Bir yandan da söyleniyordu.
-Pilavmış, para yokmuş! Herkes hayatını yaşıyor, biz sürünüyoruz. Ah gözün kör olsun fakirlik!
Gözleri önünde yürüyordu. Sanki bütün herkes kendisine bakıyor ve içten içe alay ediyordu. Sanki başını kaldırsa onu birbirlerine gösterip alay edeceklermiş gibi hissediyordu.
Söylene söylene parka kadar gelmişti. Kafasını kaldırdı, oturacak bir yer aradı. Adımlarını sürüyerek parka girdi ve bankın birine oturdu. En azından biraz kendine gelirdi. Gözleri, ucu yırtılmak üzere olan ayakkabısına takıldı. Ayaklarını hafif içeri çevirerek gizlemeye çalıştı.
-İşe bak, dedi. Ayakkabı, ayakkabı değil, sanki pabuç.
Bu sırada bir çocuk yanına yaklaştı.
-Boyayayım abi, dedi.
İsteksiz bir tavırla çocuğu inceledi. Eli yüzü kapkaraydı. Elbiseleri lime limeydi. Lastik ayakkabıları vardı. Elindeki pabucu uzatmış, bekliyordu. Çocuk, Tuğrul’un manasız manasız baktığını görünce :
-Hişt abi, dedi. Boyayalım mı, dedim!
Tuğrul ezgin bezgin gözlerini kaçırmaya çalıştı:
-Param yok ki, dedi. Hem şuna baksana, boyanacak neresi kalmış?
Boyacı çocuk onun hâline acıdı ve yanına oturuverdi.
-İsmin ne abi senin? diye sordu.
Tuğrul şaşkın bir tavırla ona baktı:
-Tuğrul, dedi. Ya seninki?
-Benimki de Hasan… Kötü bir şey mi oldu                                                                                                     Derdini soran bir dost bulmak Tuğrul’u sevindirmişti. Anlatmaya başladı derdini, içini döktü. Hasan işini bıraktı, onu dinledi. Konuşması bitince Hasan:
-Hayatımız birbirine benziyor abi, dedi. Üstelik babam da yok benim. Evin tek erkeğiyim. Ama hâlimden şikâyetçi değilim. Buna da şükür. Sabahtan öğleye kadar okula gidiyor, okuldan gelince de boya sandığını alıp buralara geliyorum. Günde 10-15 ayakkabı boyuyorum. Az çok bir şey geçiyor elime. Kazandığımı da evin masraflarına harcıyoruz. Hâlimize şükrediyoruz. Sonuçta bizden beter olan da var, değil mi?
Tuğrul şaşkın şaşkın bakarken Hasan kalktı.
-Gidiyorum abi, dedi. İstersen ayakkabını boyayayım, para almam.
-Sağol Hasan, dedi. Başka zaman inşallah.
Hasan giderken arkasından baktı ve o an fark ettiği durum karşısında sanki başından aşağı kaynar sular dökülmüş gibi hissetti. Ayakları engelliydi Hasan’ın. Topallayarak, zar zor yürüyordu. Oysa kalkıp gidene kadar bunu hiç fark etmemişti. Kaldı ki, Hasan da bundan hiç bahsetmemişti.
O an ister istemez gözleri kendi ayaklarına gitti; koşabildiği, atlayıp zıplayabildiği, sapasağlam ayaklarına. Babasız ve engelli bir çocuğun ailesinin ihtiyaçlarını karşılamak için gösterdiği bunca azim ve irade inanılmazdı. Asıl şimdi ezildiğini hissetti.
Öyle değil mi idi ya? Neden, şu durumunda bile, daha beter durumda olan, hatta bir elbise bulamayıp tek giysiyle yaşayan, bir dilim ekmek için çöplükleri karıştıran kimseleri düşünerek haline şükreden Hasan kadar olamıyordu?
- Ne kadar da aptalım, diye hayıflandı. Hasan’ın hâline bak, şu halinde bile boyacılık yapıyor, parasını kazanıyor, bir de ev geçindiriyor. Bana ne oluyor? Yok, zengin olmakmış, yok para bulmakmış! Hem ben çalışmıyorum da! Rahatlığı bulmuşum, daha fazlasını istiyorum. Bana ne arkadaşlarımdan, Mert’ten Selim’den bana ne?
Böyle düşündüğüne sevindi. İçi rahatlamış bir şekilde doğruldu. Hafiften kararmaya yüz tutmuş havaya baktı.
Başını önüne eğip:
-Annemi bugün çok üzdüm, kalbini kırdım, dedi. Gidip gönlünü alayım, elini öpeyim.
Ve acıktığını hissetti o an. Canı bulgur pilavı istiyordu. Bu değişikliğe hayret etti.
Adımlarını sürüyerek, hâlinden utanç duyarak, fakirliğe isyan ederek geldiği yoldan, şimdi pişman bir şekilde, haline şükrederek dönüyordu.

KIRINTI



Bir evde bozulan televizyon için eve televizyon tamircisi çağrılır.Tamirci televizyonu tamir için arka kapağını açar ve gördüklerine şaşırır.Televizyonun içi ekmek kırıntılarıyla doludur.Televizyon tamircisi gözlerini hemen evin 4 yaşındaki kızına çevirir ve O'nu süzer.Tamirci kendince suçluyu bulmuştur.

Anne ve baba bunun nedenini kızlarına sorduklarında aldıkları cevap Onları duygulandırır.

4 yaşındaki kız televizyonda Afrikalı aç çocukları her gördüğünde televizyon kapağından içeriye ekmek kırıntıları attığını söyler .

Japonya'da yaşanmış gerçek bir olay şöyledir:



Evini yeniden dekore ettirmek isteyen Japon bunun için bir duvarı yıkar. Japon evlerinde genellikle iki tahta duvar arasında çukur bir boşluk bulunur. Duvarı yıkarken, orada dışardan gelen bir çivinin ayağına battığı için sıkışmış bir kertenkele görür. Adam bunu gördüğünde kendini kötü hisseder ve aynı zamanda meraklanır da kertenkelenin ayağına çakılmış çiviyi görünce.
Muhtemelen bu çivi 1-2 yıl önce, duvar yapılırken çakılmıştı. Peki nasıl olmuş da kertenkele bu pozisyonda hiç kıpırdamadan o kadar zaman boyunca yaşamayı başarmış ? Karanlık bir duvar boşluğunda hiç kıpırdamadan uzun süre yaşamak çok zor olmalı.
Böylece adam çalışmayı bırakır ve kertenkeleyi izlemeye başlar. Sonra nereden çıktığını farkedemediği başka bir kertenkele gelir ağzında taşıdığı yemekle... Adamı sersemletir gördüğü manzara. Bu nasıl bir sevgi? Ayağı çivilenmiş kertenkele, bir kaç yıldır diğer kertenkele tarafından beslenmektedir...
KALBİNİZDEKI SEVGİYİ ASLA ÖLDÜRMEYİN, SİZİ SEVENLERİ ASLA TERKETMEYİN !

Doğan Cüceloğlu'nun eğitimdeki katılımcılarla aralarındaki konuşma:



Cüceloğlu: Arkadaşlar, aranızda ölümcül hastalığı olan var mı?
Katılımcılardan Biri: Allaha şükür, hocam, bildiğimiz kadarı ile yok.
Cüceloğlu: Ne güzel! Peki, bana, istisnasız tüm insanların, yani altı milyar insanın da başına geleceği garanti bir şey söyler misiniz?
Cevap neredeyse otomatik olarak çıkar:
Katılımcılardan Biri: Ölüm.
Cüceloğlu: Gerçekten de ölüm tüm insanların başına geleceği kaçınılmaz olan tek şeydir. Doğum da tüm insanların başına kesinlikle gelmiştir, ama bundan sonra gelmesi kesin olan tek şey ölümdür. Diğer hiç biri insanların tümünün başına gelmeyecektir. Peki, madem öleceğimiz garanti, bu benim ölümcül bir hastalığım olduğunu . göstermez mi?
Katılımcılar burada sessizce, başlarıyla onaylamaya başlar. Öleceğim belli ise benim ölümcül bir hastalığım olduğu da açıktır. Şu şekilde devam ederim: Peki, ne zaman öleceğimizi biliyor muyuz?
Katılımcılardan Biri:Hayır
Cüceloğlu: Şu saniye içinde olma olasılığı var mı?
Katılımcılardan Biri:Var.
Cüceloğlu: Yarın?
Katılımcılardan Biri:Evet.
Cüceloğlu: 30 yıl sonra?
Katılımcılardan Biri:Olabilir.
Cüceloğlu: Peki bunlardan hangisinin sizin başınıza geleceğini biliyor musunuz? Mesela bu akşam eve sağ salim varacağınızı nereden biliyorsunuz?
Sınıf sessizce dinlemeye devam eder. Çünkü genellikle yaşama böyle hiç bakmamışlardır.
Cüceloğlu: Peki bir de tersini düşünelim, bu akşam eve döndüğünüzde, bu sabah evden çıkarken sağ salim bıraktıklarınızı sağ bulma garantiniz nedir? Var mıdır böyle bir garanti?
Katılımcılardan Biri: Yoktur hocam.
Cüceloğlu: Peki nereden biliyoruz, az sonra telefonumuzun çalmayacağını ve evdekilerden birinin az önce öldüğünün bize söylenmeyeceğini?
Katılımcılar burada rahatsız olmaya başlarlar.
Katılımcılardan Biri: Hocam konuyu değiştirsek?
Cüceloğlu: Ama en yalın ve açık gerçek üzerine konuşuyoruz, biraz daha devam edelim bence. Peki, acaba bunu dün gece bilseydiniz, yani evde akşam birlikte olduğunuz kişilerden birinin yarın ölüm günü olduğunu bilseydiniz, o zamanı aynı dün gece olduğu biçimde mi geçirirdiniz? Yoksa farklı şeyler mi yapardınız?
Katılımcılardan Biri: Kesinlikle çok farklı geçerdi Hocam.
Cüceloğlu: Şimdi sizden rica ediyorum, lütfen bir an arkanıza yaslanın, gözlerinizi kapatın ve bu sabah evden çıkarken evde bıraktıklarınızdan birinin gerçekten öleceğini düşünün, dün akşamınızı nasıl geçirirdiniz? Aynı iletişim mi olurdu? Onunla aynı konuları mı konuşurdunuz? Aynı konular,tartışma ya da gerginlik konusu yaratır mıydı? Yoksa önemsiz hale mi gelirdi? Bu sabah evden çıkarken, bu son görüşünüzde ona ne derdiniz? Onun boynuna sarılmakta tereddüt eder miydiniz? Çok sıkı sarılmaya mı, aynaya mı vakit ayırırdınız? Ona "yüreğinizin taa derininden gelen bir "seni gerçekten çok seviyorum" demeye ne gerek var diye düşünür müydünüz? Onun ölecek olması sizin ona duyduğunuz sevgiyi yoğunlaştırmaz mıydı?
Burada bazı katılımcıların ağladığı olur. Belli ki dün akşam yaptıklarından bir kısmının ne kadar anlamsız olduğunu şimdi fark etmişlerdir.
Cüceloğlu: Şimdi gözlerinizi açabilirsiniz, acaba kaç tartışmamızı bu kadar gereksiz biçimlerde yapıyoruz, kaçı gerçekten yaşamda karşımızdakinin varlığından daha önemli, hangilerinde "şimdi kalbini kırdım, ama zaman içinde ben ondan özür dilemesini bilirim?" diye kendi kabuğumuza çekilip tartışmaları donduruyoruz. Yarattığımız kırgınlıkları tamir etme olanağımız gerçekten var mı? Buna zamanımız gerçekten kaldı mı?

TUZLU Kahve (Richard Fawler)

Kıza bir partide rastlamıştı. Harika birşeydi. O gün peşinde koşan o kadar çok delikanlı vardı ki... Partinin sonunda kızı kahve içmeye davet etti. Kız parti boyu dikkatini çekmeyen oğlanın davetine şaşırdı ama tam bir kibarlık gösterisi yaparak kabul etti. Hemen köşedeki şirin kafeye oturdular. Delikanlı öyle heyecanlıydı ki, kalbinin çarpmasından konuşamıyordu. Onun bu hali kızın da huzurunu kaçırdı. "Ben artık gideyim" demeye hazırlanırken, delikanlı birden garsonu çağırdı.
"Bana biraz tuz getirir misiniz" dedi. "Kahveme koymak için".
Yan masalardan bile şaşkın yüzler delikanlıya baktı...
Kahveye tuz!..
Delikanlı kıpkırmızı oldu utançtan ama tuzu kahvesine döktü ve içmeye başladı. Kız, merakla "Garip bir ağız tadınız var" dedi.
Delikanlı anlattı:
"Çocukken deniz kenarında yaşardık. Hep deniz kenarında ve denizde oynardım. Denizin tuzlu suyunun tadı ağzımdan hiç eksilmedi. Bu tatla büyüdüm ben. Bu tadı çok sevdim. Kahveme tuz koymam bundan. Ne zaman o tuzlu tadı dilimde hissetsem çocukluğumu, deniz kenarındaki evimizi ve mutlu ailemi hatırlıyorum. Annemle babam hala o deniz kenarında oturuyorlar. Onları ve evimi öyle özlüyorum ki".
Bunları söylerken gözleri nemlenmişti delikanlının. Kız dinlediklerinden çok duygulanmıştı.
İçini bu kadar samimi döken, evini ailesini bu kadar özleyen bir adam evi, aileyi seven bir olmalıydı. Evini düşünen, evini arayan, evini sakınan biri. Ev duyusu olan biri.
Kız da konuşmaya başladı. Onun da evi uzaklardaydı. Çocukluğu gibi. O da ailesini anlattı. Çok şirin bir sohbet olmuştu. Tatlı ve sıcak.
Ve de bu sohbet öykümüzün harikulade güzel başlangıcı olmuştu tabii.
Buluşmaya devam ettiler ve her güzel öyküde olduğu gibi, prenses prensle evlendi. Ve de sonuna kadar çok mutlu yaşadılar. Prenses ne zaman kahve yapsa prensine, içine bir kaşık tuz koydu, hayat boyu. Onun böyle sevdiğini biliyordu çünkü.
40 yıl sonra, adam dünyaya veda etti. "Ölümümden sonra aç" diye bir mektup bırakmıştı sevgili karısına. Şöyle diyordu satırlarında:
"Sevgilim, bir tanem.
Lütfen beni affet. Bütün hayatımızı bir yalan üzerine kurduğum için beni affet. Sana hayatımda bir tek kere yalan söyledim. Tuzlu kahvede. İlk buluştuğumuz günü hatırlıyor musun? Öyle heyecanlı ve gergindim ki, şeker diyecekken "tuz" çıktı ağzımdan. Sen ve herkes bana bakarken, değiştirmeye o kadar utandım ki, yalanla devam ettim. Bu yalanın bizim ilişkimizin temeli olacağı hiç aklıma gelmemişti. Sana gerçeği anlatmayı defalarca düşündüm. Ama her defasında korkudan vazgeçtim. Şimdi ölüyorum ve artık korkmam için hiçbir sebep yok. İşte gerçek. Ben tuzlu kahve sevmem. O garip ve rezil bir tat. Ama seni tanıdığım andan itibaren bu rezil kahveyi içtim. Hem de zerre pişmanlık duymadan. Seninle olmak hayatımın en büyük mutluluğu idi ve ben bu mutluluğu tuzlu kahveye borçluydum. Dünyaya bir daha gelsem, herşeyi yeniden yaşamak, seni yeniden tanımak ve bütün hayatımı yeniden seninle geçirmek isterim, ikinci bir hayat boyu daha tuzlu kahve içmek zorunda kalsam da".
Yaşlı kadının gözyaşları mektubu sırılsıklam ıslattı.
Lafı açıldığında bir gün biri, kadına "Tuzlu kahve nasıl birşey?" diye soracak oldu.
Gözleri nemlendi kadının.
"Çok tatlı!.." dedi.

HAYATA HEP GÜZEL BAKMAK



HAYATA HEP GÜZEL BAKMAK




Hastahanenin bir koğuşunda üç kötürüm bulunuyordu.Bunlardan
koğuşa ilk gelen pencerenin önüne,ikincisi ortaya,üçüncüsü ise kapı
kenarına yatırılmıştı.
Ortadaki hasta iyimser bir adam olduğu için,neşeli konuşmalarıy-
la ötekileri eğlendiriyor ve kederlerini azaltmaya çalışıyordu.
Soğuk bir kış gecesi,pencerenin yanındaki hasta öldü.Onu kaldırdık-
tan sonra ortadaki hastayı pencerenin önüne,kapının yanındakinide
ortaya yatırarak,boşalan yere yeni bir hasta getirdiler.
Pencerenin önüne alınan iyimser hasta,dışarıda gördüklerini anlatmaya
başladı.
Yol kenarındaki parkı,dev çınar ağaçlarını,cıvıldaşan kuşları
işlerine koşan insanları,neşeli çocukları ve karşı dağlardaki çiçek
dolu tarlaları uzun uzun anlatarak,çaresiz durumdaki arkadaşlarını
rahatlatıyordu.Adam kısa bir süre sonra,gelip geçenlere isimler tak-
maya başladı.Öteki hastalar,artık sabah işe gidenlerin,seyyar satıcı-
ların ve akşam vakti yorgun argın eve dönenlerin öykülerini dinleye
dinleye,onları gözleri önünde canlandırıyordu.
Kısa bir süre sonra hastahanenin ruha ağırlık veren havası dağıl-
mış ve türlü geçmek bilmeyen can sıkıcı saatleri tatlı öyküler doldur-
muştu.Bir gün ortadaki hastanın aklına bir fikir geldi.Eğer pencere-
nin önündeki hastaya birşey olursa oraya kendisi geçecek ve onun öy-
külerini dinlemektense,dışarıdaki renkli ve canlı yaşamı kendi göz-
leriyle görecekti.Bu düşünce günlerce kafasına yer etti.Yattığı yer-
den hep bunu düşünüyor ve çareler araştırıyordu.Sonunda onuda buldu
Pencerenin önündeki hastaya bazen kalp krizleri geliyordu.Adam bu
durumda komodinin üzerindeki ilacına güçlükle uzanıyor ve odada hasta
bakıcı olmadığından ilacı kendisi alıyordu.
Bir gece,pencere önündeki hastaya yine bir kriz geldiğinde,ortadaki
hasta büyük bir gayretle doğrularak onun ilacını devirevirdi.Şişe
yere düşmüş ve paramparça olmuştu.Ertesi sabah,pencerenin önündeki
hastayı ölü buldular.Ve onu kaldırdıktan sonra,ortada yatan hastayı
cam kenarına geçirdiler.Adam göreceği manzaranın heyecanıyla dışarıya
baktığında beyninden vurulmuşa döndü.!
Pencerenin bir kaç metre ötesinde,simsiyah bir duvardan başka
hiç birşey yoktu...

Kurabiye Hırsızı



Bir gece kadının biri bekliyordu havaalanında, Daha epeyce zaman vardı, uçağın kalkmasına.

Havaalanındaki dükkandan bir kitap ve bir paket kurabiye alıp, buldu kendisine oturacak bir yer.




Kendisini kitabına öyle kaptırmıştı ki, yine de Yanında oturan adamın olabildiğince cüretkar bir şekilde Aralarında duran paketten birer birer kurabiye Aldığını gördü, ne kadar görmezden gelse de.
Bir taraftan kitabını okuyup, bir taraftan kurabiyesini yerken,
Gözü saatteydi, "kurabiye hırsızı"yavaş yavaş Tüketirken kurabiyelerini.
Kulağı saatin tik tak larındaydı ama yine de engelleyemiyordu tik tak lar sinirlenmesini.
Düşünüyordu kendi kendine, "Kibar bir insan olmasaydım, morartırdım şu adamın gözlerini!"
Her kurabiyeye uzandığında, adam da uzatıyordu elini.
Sonunda pakette tek bir kurabiye kalınca
"Bakalım şimdi ne yapacak?" dedi kendi kendine.
Adam, yüzünde asabi bir gülümsemeyle
Uzandı son kurabiyeye ve böldü kurabiyeyi ikiye.
Yarısını kurabiyenin atarken ağzına, verdi diğer yarıyı kadına.
Kadın kapar gibi aldı kurabiyeyi adamın elinden ve
"Aman Allahım, ne cüretkar ve ne kaba bir adam,
Üstelik bir teşekkür bile etmiyor!"
Anımsamıyordu bu kadar sinirlendiğini hayatında,
Uçağının kalkacağı anons edilince bir iç çekti rahatlamayla.
Topladı eşyalarını ve yürüdü çıkış kapısına,
Dönüp bakmadı bile "kurabiye hırsızı" na.
Uçağa bindi ve oturdu rahat koltuğuna,
Sonra uzandı, bitmek üzere olan kitabına.
Çantasına elini uzatınca, gözleri açıldı şaşkınlıkla.
Duruyordu gözlerinin önünde bir paket kurabiye!
Çaresizlik içinde inledi, "Bunlar benim kurabiyelerimse eğer;
Ötekiler de onundu ve paylaştı benimle her bir kurabiyesini!"
Özür dilemek için çok geç kaldığını anladı üzüntüyle,
Kaba ve cüretkar olan,"kurabiye hırsızı"kendisiydi işte.

1 Saat



Adam yorgun argın eve döndüğünde,

5 yaşındaki çocuğunu kapının önünde beklerken buldu.

Çocuk babasına,

"Baba bir Saatte ne kadar para kazanıyorsun" diye sordu..

Zaten yorgun gelen adam,

"Bu senin işin değil" diye cevap verdi.

Bunun üzerine çocuk,

"Babacım lütfen, bilmek istiyorum" diye üsteledi.

Adam,

"İllâ da bilmek istiyorsan 20 lira" diye cevap verdi.

Bunun üzerine çocuk,

"Peki bana 10 milyon borç verir misin" diye sordu.

Adam iyice sinirlenip,

"Benim senin saçma oyuncaklarına veya benzeri şeylerine ayıracak param yok. Hadi, derhal odana git ve kapını kapat" dedi.

Çocuk Sessizce odasına çıkıp kapıyı kapattı.

Aradan bir saat geçtikten sonra adam biraz daha sakinleşti ve çocuğa parayı neden istediğini bile sormadığını düşündü.

"Belki de gerçekten lazımdı"...

Yukarı çocuğunun odasına çıktı ve kapıyı açtı...

Yatağında olan çocuğa,

"Uyuyor musun" diye sordu.

Çocuk,

"Hayır" diye cevap verdi...

"Al bakalım, istediğin 10 lira.

Sana az önce sert davrandığım için üzgünüm.

Ama uzun ve yorucu bir gün geçirdim" dedi..

Çocuk sevinçle haykırdı,

"Teşekkürler babacığım"...

Hemen yastığının altından diğer buruşuk paraları çıkardı.

Adamın suratına baktı ve yavaşça paraları saydı.

Bunu gören adam iyice sinirlenerek,

"Paran olduğu halde neden benden para istiyorsun, diye bağırdı.

Çocuk,

"Param vardı ama yeterince yoktu " dedi

Ve yüzünde mahcup bir gülücükle paraları babasına uzattı;

"İşte 20 lira... Şimdi bir saatini alabilir miyim babacım?..."

TERSTEN YAŞAM



Yaşamın en tatsız tarafı sona eriş şeklidir.

Şüphesiz ki yaşamı tersten yaşamak daha güzel hatta mükemmel olurdu.

Nasıl mı ?

Cami'de uyanıyorsunuz. Bir tahta sandık içersinde, herkes karşınızda saf durmuş, iyiliginize dua ediyor ve tüm haklar helal edilmiş vaziyette.

Tabuttan dogruluyorsunuz, yaşlı, olgun ve ağırbaşlı olarak.

Herkes etrafınızda büyük bir itibar, iltifatlar, çocuklar torunlar hepsi hazır.

Arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz.

Doğar doğmaz devlet size maaş bağlıyor, aylık veya üç ayda bir maaşınızı alıyorsunuz. Ne güzel , hazır maaş , hazır ev...

Altmışlı yaşlara kadar herşey garanti, huzur içinde yaşıyorsunuz.

Sağlığınız gittikçe düzeliyor

Kaslar güçleniyor, kuvvetleniyorsunuz.

Bir gün çalışmak istiyorsunuz ve işe ilk başladığınız gün size hoş geldin hediyesi olarak bir plaket ve altın kol Saati veriyor patronunuz..

Ve Genel Müdürlük veya bunun gibi yüksek bir makamdan tecrübeli bir insan olarak işe başlıyorsunuz.

Herkes karşınızda elpençe divan...

Vücudunuzda da bazı hoşa giden hareketler de başlıyor, gittikçe zayıflıyor forma giriyorsunuz

Diğer hormonal aktiviteler artıyor , fevkalade..... Aman ne güzel günler başlıyor...

Derken bir gün patron size artık Üniversiteye gitsen daha iyi olur diyor.

Bu arada Babanız ortaya çıkmış, "fazla çalıştın" diyor "artık eve dön, işi bırak, okumaya başla, harçlığın benden olsun..."

Keyfe bakar mısınız ?

Okuduğunuz dersler gittikçe kolaylaşıyor. Ekmek elden su gölden bir dönem başlıyor.

Partiler, Diskotekler, Kızların sayısı artıyor. Derken Anne ve Babanız sizi götürüp getirmeye başlıyor. Araba kullanma derdi de yok artık...

Günün birinde sizi okuldan da alıyorlar, "evde otur, keyfine bak oyuncaklarınla oyna" diyorlar...

Mamanız ağzınıza veriliyor, zaman zaman altınızı bile temizliyorlar , hatta bu durum alışkanlık yaratıyor ve hiç tuvalet kullanmamaya başlıyorsunuz.

Derken anneniz bir gün size süt verme kararını alıyor ve başka bir keyifli dönem başlıyor.

Mama artık her yerde, her an ve en taze şeklinde hazır.

Bir gün karanlık ilik ve sıcak bir ortama giriyorsunuz.

Beslenmek için ağzınızı açmaya dahi gerek yok , bir kordondan besleniyor sıcacık yumuşacık gürültü ve patırtısız bir ortamda yaşıyorsunuz.

Küçülüyor, küçülüyor, ufacık bir hücre halini alıyorsunuz.

Ve günün birinde müthiş keyifli bir orgazm ile hayatınız bitiyor....

Nasıl ama ; İŞTE YAŞAMAK

TEMİNAT







Çok şık giyimli adamın biri New York şehrinin en iyi bankalarından birine girer. Sırasını bekledikten sonra, müşteri temsilcisinin önündeki koltuğa oturur ve utangaç bir eda ile;

- Çok acele 5,000 dolara 3 haftalığına ihtiyacım var, bunu sizden hemen temin edebilir miyim diye sorar ?

Müşteri temsilcisi adamın giyiminden ve konuşmasından çok etkilenmesine rağmen, kendi bankaları ile daha önce hiç çalışıp çalışmadığı veya herhangi bir referansı olup, olmadığı gibi beylik sorularını, ezberletildiği şekilde sorar.

Adam, bunun üzerine kibarca ve ezilerek bunların aslında hepsini kendisine temin edebileceğini, fakat çok acelesinin olduğunu ve müşteri temsilcisinin temkinli yaklaşımını da gayet anlayışla karşıladığını anlatır ve sorar:

- Benim aklıma bir çözüm yolu geliyor; kapınızın önünde 200.000 dolar değerinde Rolls Royce arabam var, bunu size teminat olarak bırakayım, 3 hafta sonra 5.000 doları ve faizini ödedikten sonra arabamı geri alırım, böyle bir çözüm sizce uygun mu?

Müşteri temsilcisi bunu hemen sevinçle kabul eder, adamın Rolls Royce'u bankanın garajına park edilir ve adam arzu ettiği 5.000 doları alıp gider.

Adam 3 hafta sonra yine aynı müşteri temsilcisinin önüne gelir, borç aldığı 5.000 doları ve 3 haftalık süre için tahakkuk eden 15 dolar 42 cent faizi öder. Müşteri tam Rolls Royce'u ile bankanın önünden ayrılırken, müşteri temsilcisi biraz utanarak:

- Kusura bakmayın ama, sizin gibi bir beyefendi nasıl olur da, kredi kartı ile çekebileceği 5.000 dolar için 200.000 dolar değerindeki Rolls Royce arabasını rehin bırakıp 5.000 dolar kredi alır ? diye sorar.

Bunun üzerine müşteri:

- Peki siz New York'da Rolls Royce'umun başına bir şey gelmeyeceğinden bu kadar emin olduğunuz ve 3 haftalık park ücretinin 15 dolar 42 cent tuttuğu başka bir park yeri biliyor musunuz? sorusuyla cevap verir.

ÇOK GÜZEL VE ANLAMLI BİR HİKAYE “DEĞER BİLMEYENLERE EMEĞİNİ SUNMA”



Usta bir ressamın öğrencisi eğitimini tamamlamış. Büyük usta, öğrencisini uğurlamış. Çırağına ” Yaptığın son resmi, şehrin en kalabalık meydanına koyar mısın?” demiş.


” Resmin yanına bir de kırmızı kalem bırak. İnsanlara, resmin beğenmedikleri yerlerine bir çarpı koymalarını rica eden bir yazı iliştirmeyi de unutma” diye ilave etmiş.


Öğrenci, birkaç gün sonra resme bakmaya gitmiş. Resmin çarpılar içinde olduğunu görmüş. Üzüntüyle ustasının yanına dönmüş. Usta ressam, üzülmeden yeniden resme devam etmesini tavsiye etmiş.


Öğrenci resmi yeniden yapmış.Usta, yine resmi şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş.


Fakat bu kez yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde boya ile birkaç fırça koymasını söylemiş.


Yanına da, insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı bırakmasını önermiş. Öğrenci denileni yapmış. Birkaç gün sonra bakmış ki, resmine hiç dokunulmamış. Sevinçle ustasına koşmuş.


Usta ressam şöyle demiş:


“İlkinde, insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşılabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı.


İkincisinde, onlardan müspet, yapıcı, olumlu olmalarını istedin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye cesaret edemedi.”


– Emeğinin karşılığını, ne yaptığını bilmeyen insanlardan alamazsın.

– Değer bilmeyenlere sakın emeğini sunma.

– Asla bilmeyenle tartışma.

HİÇ HAYALLERİNİZDEN SIFIR ALDINIZ MI ?

HİÇ HAYALLERİNİZDEN SIFIR ALDINIZ MI ?
Bu öykü, çiftlikten çiftliğe, yarıştan yarışta koşarak
atları terbiye etmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisinin
genç oğluna kadar uzanır. Babasının işi nedeniyle
çocuğun orta öğretimi kesintilere uğramıştı.
Orta ikideyken, büyüdüğü zaman ne olmak ve yapmak
istediği konusunda bir kompozisyon yazmasını istedi hocası..
Çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine
sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir
kompozisyon yazdı. Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlattı.
Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizdi.
Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterdi.
Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000
metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekledi.
Ertesi gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev,
tam kalbinin sesiydi.. İki gün sonra ödevi geri aldı.
Kağıdın üzerinde kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir
"0" ve "Dersten sonra beni gör" uyarısı vardı.
"Neden "0" aldım?" diye merakla sordu hocasına, çocuk..
"Bu senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal"
dedi, hocası.. "Paran yok. Gezginci bir aileden geliyorsun.
Kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir.
Önce araziyi satın alman lazım. Damızlık hayvanlar da
alman gerekiyor. Bunu başarman imkansız" ve ekledi:
"Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden
yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm."
Çocuk evine döndü ve uzun uzun düşündü. Babasına danıştı.
"Oğlum" dedi babası "Bu konuda kararını kendin vermelisin.
Bu senin hayatın için oldukça önemli bir seçim!."
Çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir
değişiklik yapmadan geri götürdü hocasına..
"Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin" dedi..
"Ben de hayallerimi..".....

O orta 2 öğrencisi, bugün 200 dönümlük arazi üzerindeki
1000 metrekarelik evinde oturuyor.
Yıllar önce yazdığı ödev şöminenin üzerinde
çerçevelenmiş olarak asılı.
Öykünün en can alıcı yanı şu: Aynı öğretmen,
geçen yaz 30 öğrencisini bu çiftliğe kamp kurmaya getirdi.
Çiftlikten ayrılırken eski öğrencisine "Bak" dedi,
"Sana şimdi söyleyebilirim. Ben senin öğretmeninken,
hayal hırsızıydım. O yıllarda
öğrencilerimden pek çok hayal çaldım.
Allah' tan ki, sen, hayalinden vazgeçmeyecek kadar inatçıydın."

Kelebeğin Hikayesi

Kelebeğin Hikayesi
Bir gün, kırlarda gezintiye çıkan bir adam, kenara oturduğu otlardan birinin dalında , küçük bir kozanın varlığını fark etti. Koza ha açıldı ha açılacak gibiydi.


Adam , bunun bir kelebek kozası olduğunu tahmin ediyordu. Böyle bir fırsat bir daha ele geçmez diye düşündü; ve bir kelebeğin dünya yüzü gördüğü ilk dakikalara şahit olmak istedi.


Dakikalar dakikaları kovaladı , saatler geçmeye başladı , ama henüz kelebeğin küçük bedeni o delikten çıkmadı. Sanki , kelebeğin dışarı çıkmak için çaba harcamaktan vazgeçmiş olabileceğini düşündü.


Sanki kelebek elinden gelen her şeyi yapmış da , artık yapabileceği bir şey kalmamış gibi geldi ona. Bu yüzden , kelebeğe yardımcı olmaya karar verdi: cebindeki küçük çakıyı çıkarıp kozadaki deliği bir cerrah titizliğiyle büyütmeye başladı.


Böylece , bir-iki dakika içinde kelebek kolayca dışarı çıkıverdi. Fakat bedeni kuru ve küçücük , kanatları buruş buruştu. Adam kelebeği izlemeye devam etti; çünkü kanatlarının her an açılıp genişleyeceğini ve narin bedenini taşıyacak kadar güçleneceğini umuyordu.


Ama bunlardan hiçbiri olmadı. Kelebek , hayatinin geri kalanını , kurumuş bir beden ve buruşmuş kanatlarla yerde sürünerek geçirdi. Ne kadar denese de , asla uçamadı.


Adamın bütün iyi niyetine ve yardımseverliğine rağmen anlayamadığı şey , kozanın kisitlayiciliginin ve buna karşılık kelebeğin daracık bir delikten dışarı çıkmak için gereken çabanın , Allah’ın kelebeğin bedenindeki sıvıyı onun kanatlarına göndermek ve bu sayede kozanın kisitlayiciligindan kurtulduğu anda onun uçmasını sağlamak için seçtiği bir yol olduğuydu.

Bu gerçeği öğrendiğinde , hayat boyu unutamayacağı bir şey de öğrenmişti: Bazen , hayatta tam olarak ihtiyaç duyduğumuz şey , çabalardır. Eğer Allah , hayatta herhangi bir çaba olmadan ilerlememize izin verseydi , o zaman , bir anlamda sakat kalırdık . Olabileceğimiz kadar güçlenemezdik o zaman . Ve asla uçamazdık.

BALON

BALON
Küçük çocuk, baloncuyu büyülenmiş gibi
takip ederken, şaşkınlığını gizleyemiyordu.
Onu hayrete düşüren şey,
"Bizim eve bile sığmaz" dediği o güzelim balonların
adamı nasıl havaya kaldırmadığı idi.
Baloncu dinlenmek için durakladığında o da duruyor
ve sonra yine takibe koyuluyordu. Bir ara adamın
kendisine baktığını farkederek ona doğru yaklaştı
ve bütün cesaretini toplayarak:

-Baloncu amca, dedi. Biliyor musun benim hiç balonum olmadı.
Adam çocuğu söyle bir süzdükten sonra:
-Paran var mı? diye sordu. sen onu söyle.
-Bayramda vardı, diye atıldı çocuk, önümüzdeki bayram yine olacak.
-Öyleyse bayramda gel, dedi adam. Acelem yok, ben beklerim.
Çocuk sessizce geri döndü. O ana kadar balonlardan
ayırmadığı gözleri dolu dolu olmuş, yürümeye bile mecali
kalmamıştı. Bir kaç adım attıktan sonra elinde olmadan
tekrar onlara baktığında, gördüklerine inanamadı.
Balonlar, her nasılsa adamın elinden kurtulmuş ve
yol kenarındaki büyük bir akasya ağacının dallarına takılmıştı.
Çocuk, olup bitenleri büyük bir merakla takip ederken,
baloncu ona doğru dönerek:

-Küçük, diye seslendi. Balonları ağaçtan kurtarırsan
birini sana veririm. Yapılan teklif,
yavrucağın aklını başından almıştı.
Koşarak ağacın altına doğru yöneldi ve ayakkabılarını
aceleyle fırlatıp tırmanmaya başladı.
Hedefine adım-adım yaklaşırken duyduğu heyecan,
bacaklarını kanatan akasya dikenlerinin acısını
hissettirmiyordu. Sincap çevikliğiyle balonlara
ulaştığında bir müddet onları seyretti ve
dallara dolanan ipi çözerek baloncuya sarkıttı.
Ancak balonlardan birisi iyice sıkıştığından
diğerlerinden ayrılmış ve ağaçta kalmıştı.
Çocuk onu kurtarmaya kalkışsa,
dikenlerden patlayacağını çok iyi biliyordu.
İster istemez balonu yerinde bırakıp
aşağıya indi ve adam dönerek:
-Birini bana verecektiniz, dedi. Hangisi o?
Adam elini tersiyle burnunu sildikten sonra:
-Seninki ağaçta kaldı evlat, dedi. İstersen çık al.
Çocuk bu sefer ayakta bile duramadı.
Kaldırım kenarına oturup baloncunun
uzaklaşmasını bekledikten sonra,
dallar arasında parlayan balona uzun uzun bakarak:

"Olsun", diye mırıldandı. "Olsun." Ağacın üzerinde
kalsa da, bir balonum var ya artık..

BABAMI İSTİYORUM

BABAMI İSTİYORUM
Adam yorgun argın eve döndüğünde 5 yaşındaki
çocuğunu kapının önünde beklerken buldu.
Çocuk babasına, "Baba bir saatte ne kadar para
kazanıyorsun" diye sordu... Zaten yorgun gelen
adam, "Bu senin işin değil" diye cevap verdi.
Bunun üzerine çocuk "Babacım lütfen, bilmek
istiyorum" diye üsteledi. Adam "İllâ da bilmek
istiyorsan 20 milyon" diye cevap verdi. Bunun
üzerine çocuk "Peki bana 10 milyon borç
verir misin" diye sordu. Adam iyice sinirlenip,
"Benim senin saçma oyuncaklarına veya
benzeri şeylerine ayıracak param yok. Hadi,
derhal odana git ve kapını kapat" dedi.
Çocuk sessizce odasına çıkıp kapıyı kapattı.
Adam sinirli sinirli "Bu çocuk nasıl böyle şeylere
cesaret eder." diye düşündü. Aradan bir saat
geçtikten sonra adam biraz daha sakinleşti ve
çocuğa parayı neden istediğini bile sormadığını
düşündü, "Belki de gerçekten lazımdı"...
Yukarı çocuğunun odasına çıktı ve kapıyı açtı...
Yatağında olan çocuğa, "Uyuyor musun" diye
sordu. Çocuk "Hayır" diye cevap verdi...
"Al bakalım, istediğin 10 milyon. Sana
az önce sert davrandığım için üzgünüm.
Ama uzun ve yorucu bir gün geçirdim" dedi...
Çocuk sevinçle haykırdı, "Teşekkürler
babacığım"... Hemen yastığının altından
diğer buruşuk paraları çıkardı. Adamın
suratına baktı ve yavaşça paraları saydı.
Bunu gören adam iyice sinirlenerek, "Paran
olduğu halde neden benden para istiyorsun?...
Benim, senin saçma çocuk oyunlarına ayıracak
vaktim yok" diye kızdı... Çocuk "Param vardı
ama yeterince yoktu " dedi ve yüzünde
mahcup bir gülücükle paraları
babasına uzattı; "İşte 20 milyon...
Şimdi bir saatini alabilir miyim babacım?..."

Ada

ADA
Bir zamanlar, bütün duyguların
üzerinde yaşadığı bir ada varmış:
Mutluluk, Üzüntü, Bilgi ve
tüm diğerleri, Aşk dahil.

Bir gün, adanın batmakta olduğu,
duygulara haber verilmiş.
Bunun üzerine hepsi,
adayı terketmek için
sandallarını hazırlamışlar.
Aşk, adada en sona kalan duygu olmuş.
Çünkü, mümkün olan en son ana
kadar beklemek istemiş.
Ada neredeyse battığı zaman,
Aşk, yardım istemeye karar vermiş.
Zenginlik,
çok büyük bir teknenin içinde geçmekteymiş.
Aşk,
"Zenginlik, beni de yanına alır mısın?"
diye sormuş.
Zenginlik,
"Hayır, alamam. Teknemde çok fazla altın
ve gümüş var, senin için yer yok." demiş.
Aşk, çok güzel bir yelkenlinin içindeki
Kibir'den yardım istemiş.
"Kibir, lütfen bana yardım et!"
"Sana yardım edemem Aşk.
Sırılsıklamsın
ve yelkenlimi mahvedebilirsin."
diye cevap vermiş Kibir.
Üzüntü yakınlardaymış
ve Aşk, yardım istemiş:
"Üzüntü, seninle geleyim..."
"Off, Aşk, o kadar üzgünüm ki,
yalnız kalmaya ihtiyacım var."
Mutluluk da Aşk'ın yanından geçmiş
ama o kadar mutluymuş ki,
Aşk'ın çağrısını duymamış.
Aşk, birden bir ses duymuş:
"Gel Aşk! Seni yanıma alacağım..."
Bu Aşk'tan daha yaşlıca birisiymiş.
Aşk o kadar şanslı ve
mutlu hissetmiş ki kendini
onu yanına alanın kim olduğunu
öğrenmeyi akıl edememiş.

Yeni bir kara parçasına vardıklarında,
Aşk'a yardım eden, yoluna devam etmiş.
Ona ne kadar borçlu olduğunu
farkeden Aşk, Bilgi'ye sormuş:
"Bana yardım eden kimdi?"
"O, Zaman'dı" diye cevap vermiş Bilgi.
"Zaman mı?
Neden bana yardım etti ki?"
diye sormuş Aşk.
Bilgi gülümsemiş:
"Çünkü sadece Zaman Aşk'ın ne kadar
büyük olduğunu anlayabilir..."